Cafer Sadık Abalıoğlu Eğitim ve Kültür Vakfı | Sayı : 61 | Haziran 2020
adamdan bir mukabele gördüğü manasında telâkki ettim.’’ Şimdi yeniden Tütenk’e dönüyo- ruz: ‘’Bu sırada (Demirci ile Sö- keli’nin görüşmesi bittiği sırada. Ö.G.) telgrafhaneye Jandarma Tabur Kumandanı Hamdi Bey gel- di. Sökeli’ye halkı göstererek: Efe bu hal ne olacak dedi. Efe, silahla- rımızı size teslim edelim, ta ki halk ürkmesin, bizi jandarmalar Maarif Hanına kadar götürsünler, oradaki eşya ve arkadaşlarımızı alıp Gonca- lı’ya gideceğiz dedi. Böyle yapıldı. Efelerin silahlarını omuzlayan iki jandarma arkada, Sökeli ve kızan- ları önde Maarif Hanına doğru yola koyuldular.’’ Burada Tütenk’in bilmediği ya da gözden kaçırdığı, bu kafile içinde Yüzbaşı Rıfat ve Mülazım Fazıl’ın da olduğudur. Şefik Beyden: ‘’Jandarma Mülazımı Fazıl Efendi ve Yüzbaşı Rıfat Bey, Davas’a doğru gittikleri yerden, şa- yianın asılsız olduğunu anlayarak geri dönmüşler ve Sökeli Ali ile ar- kadaşlarına yola çıkacakları sırada iltihak etmişler imiş.’’ (S. 205) Kafile tam tabakhane hizasına gel- diği anda - şimdi yıkılmış olan Vali Vefki Ertür Kız Sanat Enstitüsü’nün önü - birden bire silahlar patlamaya başlıyor. Birisi yandım deyip bir ta- rafa düşüyor, öbürü sıçrıyor, beriki yere yatmaya çalışıyor, diğeri kaç- maya çalışıyor; nasıl bir karmaşa ve can pazarı yaşandığını düşünün. Orada Sökeli Ali, Kara Mustafa ve bir zeybek vurulmuş, iki veya üç zeybek de, biri ayağından yaralı olarak kaçıp kurtulmuş ve Gonca- lı’ya kadar koşarak gitmişlerdir. Bu- rada ölen sayısı kaynaktan kaynağa üç ile yedi arasında değişmektedir. Bunun nedeni muhtemelen bazı yazarların kaçıp kurtulan zeybek- lerin ölmüş olduğunu zannetmeleri olmalıdır. Silahlar susuyor ve bu hengâmeden iki kişinin hafif bile yara almadan kurtulduğu görülüyor, iki zabit: Yüzbaşı Rıfat ve Mülazım Fazıl… Bunu da Şefik Beyden öğreniyo- ruz: ‘’Yaralılar arasında Yüzbaşı Rıfat Beyin topuğundan, Mülazım Fazıl Efendinin de bileğinden birer merminin sıyırmış olduğu dinlenen ifadelerden anlaşıldı.’’ (S. 206) Yani, Kuvayı Milliyeye isyan ediyorsunuz, namlunuzun ucunda iki gerçek Kuvayı Milliyeci –avcı tabiriyle- tabak gibi duruyor, onları vurmadığınız gibi bir de yara- lanmasınlar diye, o hengâmede dikkatle ateş ediyorsunuz. Bundan daha garip bir şey olabilir mi? Bu bilgi pek çok kitapta var; çünkü kaynağı sağlam. Ama ne hikmetse hiç kimse bu çelişkiyi göremiyor ya da görmek istemiyor. Demirci ile Miralayı anlarım, onlar görmezler; çünkü can derdindedirler ve bütün güçleriyle isyan yalanına sarılmış- lardır. Ama bu konuda koca koca kitaplar yazanların kör olmaları gerekir veya benim bilmediğim başka bir mazeretleri vardır. Bu mudur Kuvayı Milliyeye isyan? Miralayımızın iki sayfada bir adını andığı koca Hürriyet ve İtilâf Par- tisi topu topu üç beş tabak esnafını mı zehirleyebilmiştir? Denizli’de buradan başka bir yerde, değil bir cinayet olayı, bir tek silah dahi patlamamıştır. Üç tabak mıdır isyan eden? Bu, Denizli’de isyan oldu diyenlerin hiç mi vicdanı yoktur, iç- lerinde Allah korkusu da mı yoktur ki, koca bir memleketin alnına bu kara lekeyi sürmüşlerdir. ‘Egemenin propagandası’ böyle bir şeydir. Sen hiç konuşmaz ya da konuşamazsın da, ortama egemen olan sürekli kendi tezini işlerse, senin çocukların bile ona inanmak zorunda kalır; çünkü karşı bir şey duymamışlardır. Denizli suskun- dur. Öyle duydukları için, ‘’Denizli- liler Denizli’yi Yunan’a verecekmiş de, Demirci gelip onları kesmiş’’ diyen delikanlılar hepsi de tanıdık- larım ve Denizli’nin yerli çocuk- larıydı; Saraylar Mahallesinden ağabeylerimdi. Peki, o zaman nedir mesele? Sökeli Ali neden vurulmuştur? Herhalde Rumları Eğirdir’e gönderdi diye değil; çünkü o yorgan bir gün önce gitmiş, o kavga da bitmişti. Ben sadece bir düşüncemi söyleyip, yine Miralay Şefik Beyin tanıklığı- na başvuracağım; çünkü hüküm verebilmek için kesin kanıtım yok. Miralayı dinledikten sonra siz bir hüküm verebilir misiniz bilemem; o da sizin ferasetinize kalır. Sevgili okurlar, biri sizi karını- zın, çocuklarınızın, hatta kom- şularınızın –ki evlerimiz hep iç içeydi- gözü önünde darp eder, hakaret eder, bir de üstüne para- nızı, altınınızı, karınızın ziynet eşyalarını gasp edip giderse, o adama ne kadar kinleneceğinizi bir düşünün. Elinize bir fırsat geçerse öldürürsünüz bile onu. Söz konu- su dönemde hükümet de yoktur; yani polis, jandarma yoktur, savcı, hâkim yoktur; vurulan vurulduğu yerde kalmaktadır. Eğer bir pundu- na getirip öldürebilirseniz, ‘’Benim onurum zedelendi, yüzüm gözüm paralandı, altınım param gitti, ama ben onun canını aldım’’ dersiniz ve yüreğiniz soğur. Ama tek bir durum vardır ki, adamı öldürmekle bile yüreğiniz soğumaz: Namu- sunuza dokunulduğu zaman… Hırsınızı yenebilmek için daha baş- ka şeyler de yapmaktan kendinizi alamazsınız. Şimdi Şefik Beyi dinleyelim: ‘’Bundaki hayretimizi yenmek için Demirci Mehmet Efe 47
RkJQdWJsaXNoZXIy MTIzMzUy