Beş çocuklu bir ailenin, üçüncü çocuğu olarak 1939
yılında Alaattin'de doğdu.
Küçük yaşlarında annesini kaybetti.
Babaannesi Hetike (Atike) ve babası Hüseyin…
Yoksulluk içinde bir yaşamın içinde, çoğu zaman
kardeşlerine annelik ederek geçti çocukluk yılları.
Büyük ağabeyi terzi, küçüğü öğretmen, kendisi
öğretmen, küçüklerinden biri orman mühendisi, diğeri
doktor olarak hayata atıldılar.
Evliliğinden iki kızı bir oğlu oldu; oğlu ve bir kızı
doktor, diğer kızı öğretmen oldu.
Kendisi de 1992 yılında öğretmenlikten emekli oldu.
Emekliliğinde uğraş olsun diye bir iç çamaşır dükkânı
açtı; yanı sıra çok sevdiği müzik ve müzik aletleri yapımı
ile uğraştı; bağlamalar, kabak kemaneler, curalar yaptı;
yaptıklarını hiç satmadı; satamadı; bazılarını sevdiği
dostlarına hediye etti.
Yaptığı müzik aletlerinden en çok curaya önem verdi;
bu aletin üç çeşidinin (standart) belirlenmiş,
benimsenmiş ölçülerini çıkardı.
Çalgı aletlerini, çalıştırdığı daracık dükkânında, bir
çakı, bir keser, cam parçaları ve zımpara kullanarak
yaptı.
En iyi sesi alabilmek için, sazların teknesini oymakla
yetinmeyip, saplarını ve burgularının takıldığı
boyunlarının içini de boşalttı…
Yaptığı aletleri hassas terazilerde tarttı. Gramlarla
tanıttı…
Üzerlerine “teke” resmi yaptı.
Tekenin yaşadığımız coğrafyaya adını veren “erkek
keçi” olduğunu, Teke Yöresinin dağlar, yaylalarla zor
doğal koşullarında bu hayvanın en verimli hayatı
bulduğuna inandı;
Bu yöreye yerleşmiş Yörük boylarını, “Göçer”
yaşantılarını tanımaya, tanıtmaya çalıştı.
Müziklerin, yerel kültürlerin ayrılmaz parçasını
oluşturduğunu, bunun da doğal koşullara bağlı olarak
şekillendiği, dillendiği, “ses”lendiğini; anlattı durdu.
Bağlama yapımını ve saz çalmayı babasından
öğrendiğini, daha sonra okullardaki haftada birer
saatlik derslerle ve de çevresindeki kişilerle iletişim
içinde geliştirdiğini…
Böbürlenmeden ve de övünmeden anlattı,
alçakgönüllülükle hem kendini hem de “yöre kültürünü,
müziğini” tanıttı.
Zamanın acımasızlığıyla kültür öğelerinin
kaybolmasından dertlendi, kültürel yozlaşmadan
kaygılandı.
Her köyün “bir zeybek havası” olduğunu, oyunuyla
oynandığını, bazı kimselere ait bile “zeybek oyununun”
en iyi o kişi tarafından oynanabildiğini;
Zeybeklerin dağdaki “eşkıya” olarak adlandırılan
efelerin oyunu olduğunu, kadından efe olmadığından,
bayanların zeybek oynamasının da farklılaşan bir
kültürel “başkalaşıma” yol açacağını savundu…
Bir de türkülerin aslından farklı sözlerle ve anlamlarla
söylenmesi, halkın olanın hak edilmeden bencilce
sahiplenilmesi; O'nu hep üzdü, içini kanattı!
Örneğin, “Cemile” türküsündeki hafif karakteri
tanımlayan, cinsellik çağrışımlı “gaydırı gubbak”
yakıştırması; nesnelliğini bozduğunu, aslının “aygın
baygın” olduğunu ısrarla inatla ve açıklamalarla
savundu durdu.
Bazen kahroldu, bazen mutlu;
Yaptı, çaldı, söyledi, öğrendi, öğretti;
Kısacık ömrü, ne yapacaklarına yetti ne de
kaygılarını gidermeye…
* * *
39