Background Image
Previous Page  11 / 44 Next Page
Information
Show Menu
Previous Page 11 / 44 Next Page
Page Background

gününden mutlaka Büylücü’ye misafir

olurlar ve sabah erkenden 4 km uzaklık-

taki ilçeye hem resmi işlerini görmeye

hem de haftalık Pazar gereksinimlerini

görmeye giderlerdi. Büylücü’nün başında

sekiz çocuk, kardeşleri ve onların çocuk-

ları ve derken her kardeşin evlenmiş ço-

cukları ve onların çocukları derken kala-

balık bir aile olmuşlardır. Ova köylerden

bu durumu görenler lüzumsuz yere yük

olduklarını söyleyemezlermiş, bu yüzden

de “Çavuş Dayı sana yeni bir ev yapma

zamanı gelmiş, hele sen bir ev yapmaya

başla evin şöyle kirişi benden böyle mer-

teği benden… .” diyerek gönül almaya

çalışırlarmış. Ben çocukluğumdan çok iyi

anımsarım: Pazar (gire) günleri akşama

doğru dedemin evinin yakın çevresi at

arabalarıyla dolardı. Bu yüzden de Gü-

layşe (babaannem) mutlaka Pazar günle-

ri sabahtan yemek yapmaya başlardı. Bu

konuklar bir yandan itibardan bir yandan

da işlerini kolay yandan görmenin kısa

yoluydu. Her hafta çok sayıda misafire

babaannem alışmış olacak ki bu konu-

da yakındığını hiç duymamıştım. Burada

Pazar günü ile alışveriş yapılan Pazar da

karıştırılmamalı, zira Çal’a pazar pazar-

tesi günleri kurulurdu, şimdi olduğu gibi.

Çal pazarı 1920’li yıllara kadar Çal Süller

arasında, şimdilerde sadece Selçuklu dö-

neminden kalan minarenin olduğu yerde

kurulurmuş. Çal’da iktisadi yaşamın ge-

lişmesi için oradaki Pazar yerinin Necip

Ağa tarafından yaktırıldığı rivayet edilir.

Günün birinde Büylücü’nün ev yapa-

cağı zaman kendisine evlik ağaç sözü

verenleri ziyaret edesi gelmiş, zira ger-

çekten yeni ve daha büyük bir ev yapma-

sı gerektiğine aklı kesmiş ve bütçesinin

yeteceğine inanmış. Yıl 1937. Baklan il-

çesinin sırtını dayadığı Beşparmak dağ-

larındaki köylere, söz veren ve vaadde

bulunan ağalara beylere yolu düşmüş.

Her uğradığı ağalar beyler, “… bizde yok

filanca köyde filancada var… .” cevap-

larını almış. Çaresiz geri dönmeyi göze

aldığı zaman, hiç evine konuk olmamış

ahbaplar yardımcı olmuşlar ve sorunu

çözmüşler. Çocukluğumdan hatırlarım, at

arabasını kasasını çıkartıp, ön dingil ile

arka dingilin birbirinden ayrılarak ağaç

taşıyanları. O kesilmiş uzun çam ağaçları

mis gibi çıra kokardı. Yedi sekiz metrelik

kesilmiş ve at arabasına sarılmış ağaç-

ları hatırladıkça yöredeki ormanların na-

sıl yok olduğunu düşünmek bile çok acı.

O zamanlar bu işle uğraşan ağaçcılara

‘kaçakçı’ denirdi. Ağaç arabaları mahal-

le aralarına gizlenirdi. O ağaç yükünü

taşıyan atlar kan ter içinde kalırdı. Köye

gelen yeşil üniformalı ormancılardan ka-

çakçılar çok korkarlardı. Orman yasası

çok ağır, işin ucunda damda yatmak da

vardı.

Dedem Büylücü Hüseyin Çavuş’un Pa-

zar işleri de bir alemdi. Pek pazara git-

meyi bir yandan sevmezdiyse de, pazara

gitmesi de zorunluydu. Bir yandan evin

haftalık gereksinimi olan sebze, meyve

vs. Bir yandan da düğün yapacaklar, o

zamanlar telefon vb. kitle iletişim araç-

ları yaygın değil, ulaşabilsinler. Düğün-

cüler Büylücü’yü ya Çal pazarında gö-

recek ve düğüne davet edecekler ya da

birisiyle haber salacaklar. Daha, Büylücü,

Çal’a girerken eşeğini biri bir yana öte-

ki beri yana çekiştirir ya sohbet etmek

ya da iş bağlamak isterlermiş. Büylücü

Çal’daki kahvelerden birine oturduğunda

ahbaplarıyla sohbet etmekten kendinden

geçer pazarı unuturmuş, o nedenle de

tam pazarcıların toplanacağı sıra koştu-

ra koştura pazara inermiş. Bazen ya hiç

bir şey alamadan eli boş köye dönermiş

ya da malların en kötüsünü ve seçilmiş-

lerden arta kalanı almak zorunda kalır-

mış. Ben çocukluğumda böyle durumlara

tanık oldum. Babaannemin hiddetinden

ve öfkesinden yanına varılmazdı. Çevre-

de yakın günlerde başka Pazar da kurul-

mazdı. Bir zamanlar yine çocukluğumda;

babaannemin, dedemin alıp getirdiği eti

fırlatıp attığını da hatırlarım. O zaman-

lar kolestrolmüş, şeker hastalığıymış ya

da kansermiş bilinmezdi. Bir yandan da

elektrik nedir bilinmez ki buzdolabı yok.

Etin kavurma yapılması ve yemeklere

zaman zaman katılması gerekirdi. İnsan-

lar yağlı yemekten çekinmezlerdi. Doğal

beslenirlerdi hastalık nedir bilinmezdi.

Uzun süreli hastalıktan yatıp ölünmez-

miş, az yatıp çabuk ölünürmüş. Babaan-

nem dedemin getirdiği eti yağsız olduğu

için atmıştı aslında.

Bu öyküler uzayıp gidiyor, neredeyse

kocaman bir roman konusu. Bunlar bir

kişinin maceralarının öyküsü değil as-

lında. Burada anlatmak istediğimiz, ger-

çekten, Denizli’nin Çalı’ının bir köyünden

bir insan portresi. Ancak; bu kişi doğdu-

ğunda Osmanlı ümmetinden, Yemen’den

dönüşünden, Yemen’de kaldığının yarısı

kadar bir süre sonra Türkiye Cumhuriyeti

vatandaşı. Elbette bir çok çağdaşı gibi.

Okuma yazma yok, söyleneni iyi dinle-

yip anlayarak benimseme var, bir daha

da unutma yok. İşte bu şekilde Yemen’de

komutan hocalarının ya da ustalarının

öğrettiği notaları ölümüne kadar taşıdı.

Hele düğünlerde sandalye ile dans edişi-

ni unutamam Dedem Hüseyin Çavuşun.

Meğerse Mavi Tuna Dalgalarını oynar-

mış. Vals yapmak için bir ‘damme’ yani

bir kadın dansçı gerek. Köylerde böyle bir

durumu nereden bulacaksın, kim yanaşa-

cak. Bu vals her gittiği düğünde dedem

tarafından mutlaka yapılırmış. Bilenler

bundan zevk alırken bilmeyenler gülüm-

seyerek ya da kahkaha atarak neşesini

bulurmuş. Böylesi durumlara çok tanıklı-

ğım oldu.

Dedemle geçen yılları hüzünle ve öz-

lemle yad ederim zaman zaman. Ye-

men’de başından geçenleri Kurtuluş Sa-

vaşı anılarını diz çökerek dinlediğimizi

bize Kurandan sureler öğretmeye ça-

lıştığını hatırlarım. Kurtuluş Savaşı öy-

külerini dinleyerek Ulu Önder Atatürk’ü

sevmeyi hep ondan öğrendik. Halkevle-

rini bize O anlattı, laikliğin önemini bize

o benimsetti. Hele o’nun Wega marka

lambalı radyosundan, şimdi O’ndan bir

armağan olarak sakladığım, Klâsik Batı

müziği dinleyişine anlam veremezdim,

anlayamazımdım o çocukluk günlerimde.

Sıkılırdım ve belki boşboğazlık yapıp sor-

duğumda, “Bunları da dinleyin, hep uç-

kur peşkir havaları dinlemeyin!” der bizi

azarlardı. Lisede okuduğum yıllarda mü-

zik öğretmenimiz Tayfur Bey’in bize Batı

Klâsik müziği dinletmeye çalıştığı zaman

dedemi anlayabilmiş ve bu sefer lambalı

radyodan değil de transistörlü radyodan

müzik dinlediğimiz zamanları hatırlarım.

Yıllar öylece akıp gitti ben torun sahibi

olduğum bu günlerde hâlâ dedemi özlü-

yor, kendisini rahmetle anarken tüm öl-

müşlerle ışıklar içinde yatmasını

diliyorum.

Kurtuluş Savaşı

öykülerini dinleyerek

Ulu Önder Atatürk’ü

sevmeyi hep

ondan öğrendik.

Halkevlerini bize

O anlattı, laikliğin

önemini bize o

benimsetti.

9